NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE-III

Bizim için kendisini öne atan ve her türlü fedakarlığı yapan ATATÜRK'e borcumuzu ancak bir şekilde ödeyebiliriz, ona;
" ALLAH RAZI OLSUN " deriz.
Bu cümleyi içten söyleyince, anlamı şu hale gelir; Sevgili atamız biz sana olan borcumuzu esasta ödeyemeyiz, biz senin hakkını ödeyecek durumda değiliz ama içimizden borçlu olduğumuzu da sevgimizi de biliyoruz bunu dile getiremiyoruz aciz kalıyoruz. Biz sana olan borcumuzu ALLAH'tan dileyerek sana ulaşmasını niyaz ediyoruz. Allah senin de bizim de gönlümüzü en iyi bilendir, onun yaptığı işte eksiklik, fazlalık olmaz onun ölçüsü şaşmaz, onun için onu VEKİL yapıp sana ve GÖNLÜNE ulaşabileceğimize inanıyoruz.
" ALLAH SENDEN RAZI OLSUN " DİYORUZ.
Senin sözlerinde de hep gerçekleri gördük, ama geç gördük, geç anladık okuduğumuzu anlamakta geç kaldık.
Geç de olsa yine de anlayabildiğimiz için çok şükür. Zaten işin bu kısmı heyecan verici, sanki Atatürk bizim geç anlayacağımızı da biliyordu ve ona göre konuşmuştu. Sözleri hep yarınlarda daha iyi anlaşılacak diye söylenmişti.
Sözleri yanlış anlayanlar, çarpıtanlar, anlamlarını kendi çıkarlarına göre yorumlayanlara rağmen, biz ona olan sevgimiz ve güvenimiz sayesinde bu kişilerin yanıltma çabalarından uzak kalarak senin gölünle kurduğumuz bağlantıya göre inandığımız yolda ilerledik.
Şimdi Atatürk'ün şu sözünü bir daha hatırlayalım:
"TARİHİMİZİ OKUYUNUZ, GÖRÜRSÜNÜZ Kİ, MİLLETİ MAHVEDEN FENALIKLAR HEP DİN KİSVESİ ALTINDAKİ KÖTÜLÜKLERDEN GELMİŞTİR. "
Yukarıdaki söz dikkatle incelenmesi ve irdelenmesi gereken bir sözdür. Atatürk'e iftira atarak onu "DİNSİZ" diye suçlayanlar ile onu müdafaa eden ve dinden haberi olmayanlara sadece "ARTIK SUSUN" diyerek konuya yeni bir boyut katarak bilinen fakat ifade edilmemiş olan gerçeklere yönelelim.
Atatürk yukarıdaki sözü bilerek söylemiştir. DİN düşkünü olan iki yüzlüler hemen bu sözdeki anlamı çarpıtarak, Atatürk'ü din düşmanı ilan etmişlerdir. Bazen gizlilikle bazen de yurtdışında ağızlarından salyalar akarak, kendilerini DİNDAR, ATATÜRK'ü de DİN DÜŞMANI ilan eden cahiller topluluğu; " KAFİR " kelimesini ( GERÇEĞİ ÖRTEN ) hakkeder şekilde olaya boyut katmışlar ve ne olduklarını azıcık kafası çalışanlara deliller sunarak göstermişlerdir.
Şimdi adım adım ilerleyelim. DOĞRU-YANLIŞ bir arada bulunur. DOĞRU olmadan YANLIŞ olmaz, doğru kavramını bilmeden söylenenler tamamen YANLIŞ kavramı içinde yer alırlar. YANLIŞ, DOĞRU olarak sunulabilir ama ancak DOĞRU'nun üstü örtülerek, yaygara çıkarılarak ve gerçek DOĞRU ya iftira atılarak yapılır.
Şimdi eğer ATATÜRK gerçekten DİN kavramını bilmese idi ve DİN KİSVESİ ( Din elbisesi, din örtüsü ) kelimesini kullansa idi bütün DİN kavramını inkar ederek konuya boyut getirmeliydi. Halbuki ATATÜRK DİN kavramını o günkü koşullarda ÇOK ama ÇOK iyi biliyordu. Atatürk'ün yaptığı bütün işlerde, bütün uygulamalarda DİN'e ters düşen en ufak bir şey yoktu. Zerre kadar bir yanlışlık yapmamıştı ATATÜRK. Tam anlamıyla DİN olgusuna insanları gerçek anlamda yaklaştırmak istiyordu.
Bu tür yaklaşımlarda ise DİNİ kendisine alet eden KAFİRLER topluluğunun gücü kaybolacağından bu doğrulara karşı gereken İNKAR eylemini yapmışlardır. Allah'ın emirlerini yerine getiren DÜRÜST, ALİM kişiliği olan ATATÜRK'ü anlamayan bu cahil ve gerçeği örtmeye çalışan (KAFİR) topluluğu, ŞEKİL dinine sarılarak yaşamaya çalışmak zorunda kalmıştır.
Onlara göre din, ÖRTÜNME, GİYSİ, FES, SAKAL, ŞİDDET, CİHAD(zulüm) ve ARAPÇA BAĞIRMAK gibi şeylerle ifade edilmeli idi. KURAN ve onun anlaşılması gerekmezdi.
Bakın ATATÜRK'ün yaptığı iki eylemi alalım ve irdeleyelim.
Bugün dahi TV ekranlarında tartışılan, cahillerin cehaletini ortaya koyan ve ben DİN adamıyım, sen kimsin ? gibi cehalet dolu sözler ile halka ZULUM eden din adamı örtüsü ve ALİMLİK SIFATLARI gibi şeylerle kendilerini yüceltmeye çalışan ve yüceltemeyince de karşısındakini alçaltarak kendisini kurtarmaya çalışanların bulunduğu ortamları hepimiz biliyoruz.
ATATÜRK kendi zamanında cebinden 500.000 lira harcayarak iki iş yaptı:
1 - 250.000 lirası ile BANKA kurulmasına katkıda bulundu.
2 - 250.000 lirası ile KURAN'ın TÜRKÇE'ye çevrilmesini gerçekleştirdi.
Birincisini inceleyelim:
Atatürk 250.000 lira verip banka kurulmasını istedi. Bu emir yerine getirilirken. Din bezirganları bağırmaya ve fitne çıkarmaya başladılar:
  • Atatürk FAİZ'i destekliyor.
  • Atatürk Allah'ın emirlerine karşı geliyor ve bizi FAİZ bataklığına atıyor.
  • Atatürk dinden anlamıyor.
  • Atatürk etrafındaki din bilginlerini hiçe sayıyor ve bizi FAİZ yemeye alıştırıyor.
  • Atatürk Müslümanlıktan bihaber FAİZ helal yapılıyor. Haram helal karıştırılıyor.
Bu ve benzeri sözlerle karalanmaya çalışılan ATATÜRK esasında ALLAH'ın emrine uygun hareketi yapıyordu.
Cahiller bu hareketin iç yüzünü göremezlerdi ki.
Cahiller cahillikte ileri gider Allah'ın yerine karar verirler ki buna ŞİRK denilir. Bu cahiller HIZIR'ın çocuğu öldürdüğünü görseler hemen onu asarlardı. Onlar CAHİL düşünemezler.
Cahiller cahillikleri belli olmasın diye de suçluyu ortaya çıkarınca bir de ona savunamayacağı bir SUÇ yüklerler ve bu suçu kendilerine göre delillerle de sağlamlaştırırlar.
sayfabaşı
Tüm ARAP ülkelerinde ve diğer Müslüman ülkelerinde FAİZ yasak iken, bankalarda FAİZSİZ işlemler yapılacak diye kanunlar çıkarılırken ATATÜRK resmen banka açtırıyor ve Allah'ın emirlerine karşı geliyordu.
Atatürk bütün bu İslam aleminden daha mı iyi bilecekti?
İşte bu ve benzeri gerekçelerle ATATÜRK için suçlu ve dinsiz karalamaları rahatça yapılabiliyordu.
Atatürk'ü savunanlar ona inanıyorlardı ve bu çığırtkanlara karşı bir şeyler söylüyorlardı ama sonunda çığırtkanlar galip çıkıyordu. Çünkü savunanların bir dayanağı yoktu. Onların tek dayanakları Atatürk'e olan SEVGİLERİ ve GÜVENLERİ idi. Savunanlar biliyor ve inanıyorlardı ki ATATÜRK onları seviyor ve onlar için yanlış bir şey YAPMAZ.
Şimdi gelelim konuya, KURAN bizim kitabımız. Bu dinsiz suçlamalarını yapanların ve ATATÜRK'e laf atanların suratına KURAN ile vuruyorum. Ya tövbe ederler ve ATATÜRK'ü rahmetle anarlar, yada bildikleri yolda devam ederler ve KURAN onlar için bir saptırma aracı olur. Çünkü Allah'ın saptırdığına ben yol gösteremem.
Bakın KURAN'ın Bakara suresindeki 275. ayette ne diyor:
O ribayı yiyenler, şeytanın bir dokunuşla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu böyledir, çünkü onlar, " alış-veriş de riba gibidir " demişlerdir. Oysaki Allah, alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'a kalmıştır. Yeniden ribaya dönene gelince, böyleleri ateşin dostlarıdır. Sürekli kalacaklardır orada.
Bu ayeti okuyan kişi, KURAN var oldukça RİBA( Faiz ) olgusunu dünyadan kaldırabileceğini, yok edebileceğini sanıyorsa aldanıyor ve ALLAH'ın emirlerine karşı çıkıyor demektir.
ALLAH, alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır.
İşte açıkça KURAN'da yazan ayet.
- Cahiller diyor ki: biz HARAM'ı ortadan kaldıracağız.
- Riba'yı yok edeceğiz.
- Riba'yı destekleyenler ile savaşıp onları da yok edeceğiz.
Artık onlar ne derlerse desinler. Biz anlıyoruz ki, KURAN okundukça ve var oldukça RİBA(Faiz) olacaktır. Ama biz ondan yararlanmayacağız. Yararlanmk isteyenleri de engellemeyeceğiz.
İman meselesi olan bir olgu, biz inanıyoruz ki DİNDE ZORLAMA YOKTUR.
Ayeti tekrar tekrar okuyun, RİBA yanıbaşınızda bulunacak, siz ona dönebileceksiniz veya vazgeçebileceksiniz. Bu sizin sınavınızdır. Onu yok edemeyeceksiniz.
Dünyadan nesli tüketilemeyecek bir hayvan da DOMUZ olmaktadır. Kuran'da adı geçmektedir ve eti HARAM diye belirtilmiştir. DOMUZ hayvanının neslini kurutmak isteyen, Allah'a savaş açmıştır.
Şeytan da KURAN ayetlerinde geçtiği şekilde KIYAMET saatine kadar süre almıştır. Ona zamanı Allah vermiştir. Hiçbir güç ŞEYTAN ile savaşıp onu öldüremez. KIYAMET saatine kadar bizle beraber lanetlenmiş bir şekilde bulunacaktır. DİN BUDUR.
Cahiller de ŞEYTAN ile savaşıp onu öldürmeye çalışırlar. Şeytan ile savaşılmaz, ona karşı Allah'a sığınılır. Bu insan olana yeter. Yetmez diyen istediğini yapmakta özgürdür. Bizler cahillerden ve onların yaptıklarından sorumlu değiliz. Ama onların etkileri ile savaşmakta ve haklı olanın yanında bulunmakta zorunluyuz. Allah böyle emrediyor. Adaleti ayakta tutun diyor.
Şimdi cahillerin Atatürk'e yıllardır attığı iftiraları ve ona DİNSİZ dedikleri için üstlendikleri KUL HAKKINI ve aldattıkları insanlar için sahip oldukları VEBALİ görüyor musunuz?
İşte Atatürk DİN konusunu bu kadar iyi biliyordu. Cahillerden yüz çevirmişti ve ALLAH'ın emirlerini uygulamakta hiçbir tereddüt göstermiyordu. Hatta onlara bunu anlatamayacağını da biliyordu. Zaman kaybedeceğine uygulamaya geçti, HIZIR gibi işini yapmaya devam etti. Onu sevenler de Bankayı kullandılar, havale yaptılar paralarını yatırdılar vs.
Bana ATATÜRK RİBA yemiştir diyen varsa onu ayrıca tartışırım.
O Arap ve diğer Müslüman camiasının göremediğini yaparak gerçek DİNE KURAN dinine bizi döndürüyordu. ALLAH RAZI OLSUN.
Şimdi gelelim ikinci konuya:
Atatürk KURAN'ı TÜRKÇE olarak çevirimle emri ile direkt olarak Allah'ın emrini uygulamıştır.
Arapça lisanını KUTSAL ilan edenler de korkularından ve CAHİLLİKLERİNDEN, bunun iç yüzünü kavrayamamışlar. Hemen karalama ve iftira kampanyasını başlatmışlardır. Halbuki her şey KURAN içinde mevcuttur. Ayet açık:
Biz onu sana, aklınızı çalıştırasınız diye, Arapça bir Kur'an olarak indirdik. (Yusuf 2)
Okuduğunuz zaman görüyorsunuz ki, aklı çalıştırmak gerekiyor. Yani öncelik Arapça lisanında değil, "Aklı çalıştırmakta."
Şimdi biz konuyu irdeleyelim;
Allah bu KURAN ayetini Çince indirmiş olsaydı. Sevgili peygamberimiz aklını çalıştırabilecek mi idi ?
Allah, Musa Peygambere " Asanı yere vur. " emrini Arapça mı verdi ? Hayır İbranice verdi değil mi ? Peki Allah niye daha önce İbranice verdiği emri Arapça'ya çevirdi. Çünkü Sevgili Peygamberimiz Aklını çalıştırmak konusunda ancak ARAPÇA lisanı ile yol alabilirdi.
Allah istese idi bu kuranı İBRANİCE, ÇİNCE, hatta TÜRKÇE de indirebilirdi. Ama o zaman Sevgili peygamberimiz ve etrafındakiler " AKILLARINI ÇALIŞTIRMAK " için öncelikle ÇİNCE, İBRANİCE veya TÜRKÇE öğrenmek zorunda kalacaklardı. Allah işi KOLAYLADI ve ARAPÇA indirdi. Hatta Allah Süleyman peygamber ile konuşan Hüt hüt kuşunun lisanını bile Arapça'ya çevirerek indirdi. Niye " AKILLARINI ÇALIŞTIRSINLAR" diye.
Şimdi ARAPÇA lisanını kutsal sayıp onu çevirmekten, korkanlar Allah'ın yaptığı örneklemelerden bile ders alamıyorlar. Bir de AKILLARINI ÇALIŞTIRMAYAN topluluk bulduklarında, onları daha iyi idare ederek, kendi DOĞRULARINI onlara daha rahat kabul ettirip ayrıca kendi yanlışlarını da daha rahat KİSVELERE büründürüyorlar.
Şimdi bu aklını çalıştırmak istemeyen ve başkalarının da akıllarının çalışmasına engel olmak isteyenlere söylüyorum.
Eğer Atatürk DİN olgusunda bu kadar engin bilgilere sahip olmasaydı, Allah yolunda böyle adımlar atabilir miydi?
Ayrıca şunu da saptamak gerekir ki, Atatürk, diğer kişileri DİN KİSVESİ olgusunu kullananları da görüyordu ve biliyordu. Ancak hoşgörülü davranıyordu. Onlar işi azıtmaya başlatınca sertleşiyordu.
Bu Arapça ve Riba konusunu ağzına dolayanlar içinde İYİ niyetli cahiller olduğu gibi KÖTÜ niyetli cahiller de bulunuyordu. Atatürk SABIR göstererek, bunları açığa vurmadan yoluna devam ediyordu.
Bu tür haksız eleştirilere SABIR göstermek, çok büyük bir erdemdir. Hele elinde onlara cevap verecek güç bulunurken bunu kullanmamak Allah'a TEVEKKÜL olayının en açık göstergesidir.
Anlayana SİVRİSİNEK saz, anlamayana davul zurna AZ.
Anlamayanların, anlayışını kolaylaştırıcı gizli bir formül verelim:
" TÜRKÜM " desinler.
Ama içten desinler.
Böylece " NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE " sözünün SIRRINA ulaşsınlar.
Ancak bilsinler ki,
" ALLAH DİLEMEDEN SİZ DİLEYEMEZSİNİZ. "
Ayetinin sırı ile örtüşen bu SIR, kolay anlaşılır bir şey değildir. Adamda ATATÜRK'ü sevecek YÜREK gerekir.
Musa'nın asasını sana versek, yere vursan KIZILDENİZ açılır mı ?
İbranice bilsen de sana ARAPÇA emir verilse aklını çalıştırabilir misin ?
Faiz'i YOK edeceğim diye bankacılık teşkilatı ve tefecilerle savaşır mısın ?
Çalıştırılacak akıl sende var mı ?
Atatürk'ü seviyor musun ?
Yukarıdaki sorular İÇİNİ açıyorsa, cevapların da İÇİNİ aydınlatıyorsa.
" TÜRKÜM " de; "MUTLULUĞUN " artsın.
sayfabaşı
Arkadaşına Yolla
Arkadaşının E-mail Adresi:


ANA SAYFA KONULAR ÖNCEKİ SONRAKİ

Bu konu ile ilgili:YORUM YAZYORUMLARI OKU